Ahmet'in Öyküsü
Kaldırımda yürüyen adam birden yola fırladı.Yapmak istediklerinin hiçbirini yapamadığını farketmişti bir an. İntihar etmeye de gücü yoktu aslında. Yaptığına istemdışı bile denebilirdi. Yola fırlamasıyla bir arabayla burun buruna geldi. Çarpmanın şiddetiyle yolun diğer yakasına savruldu. Ertesi gün küçük bir haberdi gazetede. Ölmemişti, ağır yaralıydı. Baygın kaldığı süre bir uykudan çok bir başka yaşam gibiydi. Gözlerini açtığında baktıklarıyla gördükleri aynı değildi. Sürekli kendisini kente getiren otobüsü, otobüse binişini, hareket anını görüyordu. Yaşıyordu ama gerçek hayattan çok uzak bir yerlerde, kente gelişini düşünüyordu.
Ölümün eşiğinden dönen bu adamın adı Ahmet'ti. Yirmi bir yaşındaydı. Çorum'dan İstanbul'a ablası Melek'i bulabilmek ümidiyle gelmişti. Ablası, köylerine öğretmen olarak gelen Halil'le bir hafta önce İstanbul'a kaçmıştı. Ahmet ablasına bir şekilde ulaşmak zorunda olduğunu hissediyordu. Köyden Çorum'a indi ve otobüse binmek üzere gara gitti. Bir bilet alıp koltuğuna yerleşti. İstanbul'a gitmek, yapmak istediği bir şeyden çok yapmak zorunda olduğu bir şeydi. Yola çıktığında otobüs; Melek'i bulmadan köye dönmeyeceğine dair söz verdi kendine...
Şehirlerarası yolculuklar; kısa ya da yakın; insanların kendileriyle başbaşa kalabildikleri ender yerlerdir. Ahmet için de böyle bir zaman dilimiydi otobüste geçirdiği. Babasının gaddar olduğunu söylüyorlardı, evet. Ama kimse ona iyi olma şansı vermemişti. Ona olan kızgınlığı onu sevmesini engellemiyordu. Aslında onun için kötü demek de çok doğru değildi. Köydeki diğer insanların çoğundan daha temiz kalpliydi Hüseyin Usta. Sadece insanların söylediklerine hemen inanırdı. Halil Öğretmen için söylediğini bırakmamıştı mahalleli. Yok komünistmiş, yok sürgüne yollanmışmış... Kimsenin ağzı torba değil ki büzesin... Sonunda Hüseyin Usta da söylenenlerden etkilenip vermemişti kızını. Ama kötülükten değil. Kızının başına gelebileceklerden korkmuştu o da...
Ahmet'i bütün mahalleli çok severdi. Herkesin işine koşar, bir denileni iki ettirmezdi. Peki bunun ödülü müydü üç kuruş parayı denkleştirememiş oluşu? Kimseden para istememişti ama İstanbul'a gideceğini söylediğinde kimse de elini cebine sokmamıştı. Annesinin birikmiş üç kuruşunu istemek zorunda kalmıştı; ağırına gidiyordu bu... Bu şekilde yola çıkıyor olmanın bir delilik olduğunu biliyordu ama kim durduracaktı içindeki fırtınayı? Ablasının; en canının; en yakın dostunun yokluğunu ne dolduracaktı? Giyindi. Belki de son kez olduğunu bilerek baktı evine. Aynaya iliştirilmiş olan aile fotoğrafını aldı ve çantasına koydu. Biliyordu. Yola çıkarken bile yenilmiş olduğunu biliyordu...
Bindiği otobüs koltuğunda otururken, camdan uçsuz bucaksız tarlaların gelip geçişini seyrederken ve yorgun bir gecenin sabahına ağrıyan sırtıyla uyandığında İstanbul'un gürültüsünden anlıyordu bunu.
Bu sırada hemşirenin yüzünü gördü yarı açık gözleriyle. Pırıl pırıl bir kızdı. Bir hemşireden çok bir melek gibi görünmüştü gözüne. Ablası geldi aklına. Bir şeyler söylemek istedi; güç bulamadı kendinde. Yalnızca hemşire elini tuttuğunda elini sıktı ve biraz gülümseyebildi. Uykusuna dönmeden önce duyduğu son söz; ”Korkmayın, iyileşeceksiniz” oldu.
Uykusu düşlerle doluydu Ahmet’in. Ablasının Halil Öğretmen’le gizli gizli buluşmaları; bir sabah uyandığında ablasının gitmiş olduğunu anlaması... Babası; ablasının adının anılmasını yasaklamıştı o sabah. Ama Ahmet’in yüreğinden o iki heceyi silmeye yetmemişti gücü; Melek...
İstanbul’a vardığında elinde bir ilkokul ismi dışında hiçbir bilgi yoktu. Okula gitti ama nerede olduklarını kimse bilmiyordu. Telefon rehberlerine baktı postanede; kayıtlarda da yoktu. İstanbul’a kadar gelmişti ve sözünü tutacaktı. Yeri gelirse kapı kapı arayacaktı. Ama cebindeki para da bitiverdi iki günde. Açtı, yorgundu. Köşe başlarında dilenen küçük çocuklar görüyordu ama dilenmek ağırına gidiyordu. Daha sonra bir lokantanın kapısında “Elaman Aranıyor” yazısını gördü, lokantada işe girdi. Bütün gün kasa taşıdı, yerleri süpürdü. Paydos saati gelip bütün çalışanlar evlerine doğru yol aldıklarında Ahmet bir süre daha lokantanın önünde durdu.
Gidebileceği bir yer yoktu. Kaldırıma oturdu, bir sigara yaktı. Kendini kandırıyordu; evet. Bu lokantada sadece bir gün değil aylarca çalışabilir; daha sonraları başını sokacak bir ev bulana kadar da lokantada kalabilirdi. Bunu düşündükçe amacından uzaklaştığını farkediyordu. Bir yerde sürekli çalışırken ablasını arayamazdı. Oraya alışabilir ve ablasını aramayı unutabilirdi. Daha doğrusu ablasının yüreğindeki yeri eskiyebilirdi. İstanbul’a kadar gelişinin ve içinde büyüttüğü acının da bir anlamı olmayacaktı o zaman...
Kaldırımdan kalktı ve boş sokakta yürümeye başladı. Kendisinden utanıyordu. İçindeki üzüntü her adımında biraz daha artmaya başlamıştı. Evet; zamanı gelmişti, artık kabullenmeliydi. En azından denemişti. Hem de içinden gelen en dürüst dürtüyle denemişti ama talih ona gülmemişti işte. Bir an gökyüzüne baktı. Elini yüzüne götürdüğünde farketti ağladığını. Evlere baktı, sokak lambalarına baktı, arabalarının içindeki insanlara baktı. Bir ev düşledi. Ablası, Halil öğretmen ve kendisi... Oturmuş yemek yiyorlardı. İşte o sırada o hayalin kucağına atladı.
Kendi sarsıntısıyla uyandı. Gözlerini açtığında hastanede olduğunu hatırladı. Başucunda oturan hemşire uyandığını farketti onun. ”Geçmiş olsun” dedi; ”Çok büyük bir kaza atlattınız..”
Vücudunun her yeri acıyla sızlıyordu. Hemşire konuşmasına devam etti “Bir iki güne kalmaz taburcu olursunuz” Ahmet; ne zamandır buradayım diye sordu. Hemşire ”Üç gündür” dedi ve ekledi “Yoğun bakımdaydınız. Şimdi biraz dinlenin. Size çarpan sürücü hastane masraflarını ödedi ve size de bu zarfı bıraktı.”
Ahmet zarfı açtığında içinde bir otobüs biletine yetecek kadar para olduğunu gördü. Zarfı uzatıp hemşireye teşekkür etti ve ardından uykuya daldı. Düşünde Çorum’a dönüşünü gördü. Annesini, babasını.. Sonra ablası ve Halil Öğretmen’i hayal meyal. El salladı onlara düşünde.
İki gün sonra taburcu oldu Ahmet. Otogara gidip Çorum’a bir bilet aldı. Son kez baktı İstanbul’a, gün batıyordu. Bir düşü kaybetmiş olmanın acısıyla bindi otobüse. Gazetedeki o kupürü de gören olmamıştı zaten...
Dört Günde Roma
13 years ago
No comments:
Post a Comment