Atilla Atalay
Atilla Atalay’ı tanımayanlar için kısaca Sıdıka’nın yazarı desek yeterli olur.. Ama tanıyanlar onun sadece Sıdıka’ya değil; içimizdeki pek çok kahramana hayat verdiğini bilirler. Eray bir ikinci karakterdir mesela; içimizdeki en kendini beğenmiş; en fırlama ukala...
Atilla Atalay’ın daha ince okuyucuları ise geceleri üzerlerine iki mavi göz örtüp uyumanın nasıl bir şey olduğunu; babaanne ya da anneannelerin nasıl eskimeden yaşlandıklarını ya da sümüklüböcek kabuğuna ebekulak dendiğini bilirler. Ve telefonlarında “normal hayat”lar çaldığında sevgililerin; nasıl gidilmesi gerektiğini de..
İnternette adını aradığımda; pek çok sitede öykülerine rastlamış fakat aradığım öyküleri bulamamıştım. Kendisine mail attığımda ise bir internet sitesi olduğunun haberini verdi bana, fakat aradığım bu bir iki öykü orada da yoktu. Ben de arayacak olan okuyucular için buraya birkaç tanesini koymanın bir mahsuru olmayacağını düşündüm ki zaten Atilla Atalay okurları bu öyküleri kitaplardan okumanın nasıl başka bir lezzet olduğunu bilirler ve o kitaplar kütüphanenin bir köşesinde; hep bir ilkyardım çantası gibi beklerler...
Lafı fazla uzatmadan; Fondip adlı ilk öyküyle başlamak istiyorum..
Fondip
Evet; bu gün ilk yardım günüm... Semih ile Canan ayrılmışlar... Semih ile buluşulacak, erkek erkeğe ağlaşılacak... Semih’in ölçülü içip kendisini dağıtmamasına dikkat edilerek, ”Hoş çocuksun lan, sana kız mı yok hocam” muhabbeti konuşulacak... Duruma göre mevzu; ”Fenerbahçe, Kürt realitesi, sosyal devlet, ABS fren sisteminin nimetleri, ucuza elden düşme araba, çok içince karaciğere ne oluyor” gibi geyiklere kaydırılacak... Semih biraz kendini ve Canan’ı unutacak... Ertesi gün için “boşta karı” planları kurulacak.. Eğer Semih fazla kaçırırsa, gecenin ilerleyen saatlerinde “bir çılgınlık yapmaması için” yalnız bırakılmayacak; boş yatak ve bir kusma leğeni tedarik edilecek.. Bildiğimiz şeyler yani... Üstelik ben bu konuda bir çok arkadaşını topluma kazandırmış en tecrübeli heriflerden biriyimdir...
Semih “fondip” dedi... Bakın burası çok önemli.. İlk fondipe katılabilirsiniz.. çünkü kendisini yalnız hissetmemeli... ama sonraki fondiplere asla... bardaklar fondiplenip gövdeye iner inmez, terkedilen mağdur üzerinde derhal çalışmaya başlayıp hızla geyiğe girişmelisiniz...
Rakı kadehini kaldırdığımız gibi yuttuk.. Sonra ben yüzümü ekşiterek ağzıma bir domates atıp... “Bak oğlum Temih” dedim.. “Ne Temih’i lan salak” dedi... Her neyse; bu detayın üzerinde hiç durmadan devam ettim... “bak oğlum Semih; boşa gözünde büyütüyorsun.. İlk ayrılan çift siz misiniz lan... Bak, sağlıklı, yüzüne bakılır bir çocuksun... Dünyada bi tek Canan mı var yani?”
Semih gülmeye başladı.. Gülmesi iyi bir şey tabi... Neydi o ilk geldiğindeki surat, ölü balık gibi bakıyordu insana... Şimdi gülmekten yere düşecek herif.. Birazdan ağlamakla gülmek arası bi sesle “Ceketinin kolu cacığa giriyo la” dedi... Hakkaten... Ani bir hareketle ceketimin öbür kolunu da cacığa daldırıp “Olsun lan, öbürü de girsin anasını satayım” dedim. “Yeter ki sen gül”... Gülsün tabi, hayatta Semih gibi kaç tane insan kaldı ki. Sağlam çocuktur, ööle olur olmaz ekmez insanı, başın sıkıştı mı yardım eder.. Ayağa fırladım.. ”Gel ulan sana sevgi gösterisinde bulunucam.” Elimi bir kaç kez omzuna vurdum. “Yalnız değilsin ulan, biz de ayrıldık ya... gel kırık kalpler kulübü kuralım” dedim.. “Fondip” dedi, demese iyiydi...
Gözüne bir şey kaçmış ayağıyla “erkekler ağlamaz” tribine limon sıkıyor... Ben de “ona bakmıyor” pozisyonunda masadaki muma kürdan saplıyorum... “Semih, abarttın ama haa” dedim.. ”Abi çok arabesk oluyorsun lan salya sümük.. Silkelen oğlum, kendine gel...” Derin bir iç çekip “Sittir lan” dedi. Makinalı tüfek gibi “Sen Mine gittiği zaman böyle demiyordun ama... Kolay mı, hani birlikte ev yapıyorduk.. Hani sizin Bo Derek İzzet Altınmeşe kırması çocuğunuz olacaktı... Ağlaşa ağlaşa bindirdin karıyı uçağa, gazladı gitti” deyiverdi... Aferin sana Semih... İyi... İyi bok yedin... Gözümün önünden bir çift mavi göz geçti, sarı saçlar ördüm, balkonda sardunyalara su verdim, sınıfta kaldım, dayak yedim, bir sürü resme baktım.. Sonra... Sonra, Semih mi fondip dedi yoksa ben mi dedim?.. Bir durup bir döndü her şey. Bir ara taksimetrede 58.000 yazıyordu. Ağzıma gazozdan şelaleler aktı, anneannemi gördüm, ayva kompostosu yapıyordu... Bazen kırmızı leğen... Ağlıyor muyum yüzümü mü yıkadım, çok mu şey kaçtı gözüme?...
Uyanırken zıplamışım... Semih “Leğeni kapayım mı hocam” diye sordu... Canan içeride bana sade kahve yapıyormuş... daha gazoz ister miymişim ya da soda? Dün ben çok kötü olunca Canan’a telefon açıp yardım istemiş; böylece barışmışlar.. Canan da pişmanmış zaten.. Beni var ya beni, o kadar çok seviyorlarmış ki... Eh yani... Semih’e “Adi inek” demek istedim, ağzımı açacak gücüm yoktu... Gözümün üstüne bir çift mavi göz örttüm, sızdım...
( Ebekulak 1993)
Fok vardı,bi de kuş...
Bi cümle kurucam ama.. yani aslında beynimde kurdum da, asıl sorun söylemekte... Kim bilir nasıl konuşuyorum.. Susayım en iyisi.. Birileri bana bakıyo mudur acaba? Her neyse, onlar kendilerine baksınlar; herkes kelle.. Alkoller aldım bu gece.. Onlar ki üç bağlı karbon atomuna bir ya da daha fazla hidroksil grubunun bağlanmasıyla nitelenen bileşiklerdir.. Ulan nerden geldi şimdi bunlar aklıma. Elalem unutmak için içer, ben niye lise son kimya bilgileri dahil tuhaf şeyleri hatırlarım...
Ve fakat Sedat nerde? Ben buraya onunla bir şey konuşmaya geldim, nitekim konuştuk da.. sonra o burdaki arkadaşlarına daldı.. ben sıkıntıdan alkoller içtim. Şimdi yerimden kalkıp herifi arayacak gücüm yok.. hayır kalkarım kalkmasına da.. Yok ama, kalkamam.. Her neyse, şimdi cümle tamam, kurdum onu.Yanımdakilere Sedat nerede diye soracağım. Fakat hedefi doğru saptamak gerek. Yakın çevremde aynı gözlük çerçevesi ve saç traşına malik beş adam var (sıfır ense traşı, yarım çerçeve ince beyaz gözlük) Bunlardan biri Sedat'ın arkadaşıydı... Keşke ayıkken üstüne işaret falan koyaydım. Hangisiydi... Konuşmalarından bir şeyler çıkarmaya çalışıyorum. Bi tanesi Akdeniz fokları üzerine bi belgesel çekip TRT2’ye satmayı planladığını anlatıyor. Bu diil... Bir daha karıştırmamak için fokçu adamın ayakkabılarına baktım. Kahverengi süet. Evet, fok belgeselcisini ayakkabısından beynime işaretleyip Sedat'ı soracağım insanlar listesinden attım. Fokçunun karşısındaki kendi gibi olan adam "şimdilerde gece kuşu formatında riıl taym, yolk şov çok reyting alır, dimi foklara şeettirmezsem... Salak dörtgöz. Gitti mi? Yok, hala burda. Ayakkabısından tanıdım, galiba...
Sedat'ı bulucam, o barmene bi kahve söyliycek, sonra taksiye götürecek beni, gazlayıp kaçıcam buralardan.. Yazık ki şu anda bunları tek başıma yapabilecek teknolojiye sahip değilim.. Nasıl sarhoşum.. Oysa, şuradaki foklardan kuşlardan daha usturuplu bilirim ben içmeyi.. Pirinden öğrendim, dayımdan.. Zarhoş Zeki'den.. Onüç yaşındaydım.. Alabildiğine yeşil, kocaman bir bahçedeydik.. Birileri, birileri daha. Dayım, bağdan henüz topladığı üzümleri derede yıkarken suda buğulanan rakı şişesini gösterip sen hiç rakı içtin mi yeğenim dedi. Sofradayız, sonra... Zeytinyağlı fasülyeler, peynirler, patlıcan kızartması.. İlk rakımın ilk yudumunu aldım. Öyle güp diye atmak yok, dedi. "Önce zeytinyağlı yiyip altlık yapacaksın. Rakıyı terbiye eden zeytinyavı. Arkasından peyniri, salatanı lokma lokma.. Ardından bi yudum su, sonra aslan sütü. Yoksa ölüyon zannedersin, rakı dünyayı dae edüverü adam. Hadi bakyın..."
Olmadı ama.. Sofrada dayımın arkadaşlarından biri "Hasta kalbimde yanan derdi niçin anlamadın.. Seni Leyla diye sevdiydim, siyah gözlü kadın" şarkısını söylerken, hayatımda içtiğim ilk rakı etkisini gösterdi.. Hüngür hüngür ağlamaya başladım.. Durduk yere o şarkı benim oldu.. Henüz siyah gözlü bir kadın yokken, ben onüç yaşımdayken.. Ağladım işte..
Sedat nerde peki? Söylediğine göre başından beri oradaymış. Bulunduğum taburede biyerlere giden benmişim. O yanıbaşımda oturup duruyomuş. Arada bir bana seslenmiş, duymamışım bile. Bir de sürekli ayakkabılarına bakmışım, buna bir anlam verememiş. Gülerek sürdürdü, sol yanımdaki adama fok taklidi yapmışım sonra... Derken bilmediği bir şarkı mırıldanıp ağlamışım. Suç bende abi, dedi Sedat.. "Aç karnına götürmeyecektim seni o bara.. Paşa paşa yemeğimizi yiyip sonra kutlıycaktık doğumgününü... Hem daha karı kız işimiz vardı... Hızlı gidip sakatladın kendini. Bana bak lan, zaman öylesine geçip gidiyo tripleri mi yoksa? Sahi kaç yaşında oldun sen şimdi?" Akşamdan kalma kırmızı gözlerimi ayakkabılarına dikip “dün gece onüç oldum" dedim. "Farkındayız, dün gece fok da oldun sen zaten"
Diğer öyküleri okumak için:
www.atillaatalay.netfirms.com
Dört Günde Roma
13 years ago
No comments:
Post a Comment