Bir Kırılgan Ruh: Peyami Safa
Türk roman yazınının en önemli isimlerinden biri olan Peyami Safa ile tanışmam tesadüfen oldu diyebilirim. Aldığım pek çok kitabın taksit tutarına ulaşması için hemen bankonun yanında gördüğüm 9. Hariciye Koğuşu’nu almak, aslında çok da düşünerek yaptığım bir şey değildi. Almak üzere olduğum kitaplar içinde üç tane birbirinden gergin roman vardı ve heyecan içinde onlara başlayabilmeyi umuyordum. Önümüzdeki taksit engelini atlatabilmek için ise kendime neredeyse eşantiyon muamelesi yaparak 9. Hariciye Koğuşu’nu aldım, başıma geleceklere dair en ufak bir fikrim yoktu.
Aldığım korku ve gerilim dolu kitapları yaklaşık iki hafta içinde bitirdim. Fakat bu esnada dolmuş olan bir şey dikkatimden kaçmıştı, dolan kredi kartı limitim. Bir anda kendimi, kitapsız kalmış hissettim. Okuduklarını bir kez daha okumaktan pek hoşlanan biri değilimdir ve evde bulunan kitaplar içinde sevdiklerimin de çoğunu okumuşumdur, sevmediklerim ise “Elbet zamanı gelecek” der gibi oldukları yerlerde sükûnetle beklerler. Sabah bir yandan otobüse yetişmek telaşıyla hızlı bir kitaplık taraması yaparken bir yandan da o benim zamanımı bekleyen kitaplara bakıyordum endişeyle. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’u vardı mesela. Ve hemen yanında Beş Şehir’i. Sonra biraz daha kenarda birkaç Balzac ümitsizce bakıyordu. Ve onların hemen ilerisinde geçenlerde eşantiyon olarak aldığımı hatırladığım 9. Hariciye Koğuşu vardı. Bir bildiği olmalıydı koca kitapevinin, kitabı aceleyle çantama atıp yola koyuldum. Otobüsle olan yolculuğum gayet uzundu ve kitap okumadığım zamanlarda sağa sola bakıp kendime sıkıntı ve şikâyet nesneleri yaratmaktan başka bir şey yapmıyordum. İki satır, okumaya başlayacağım romandan tek beklentim buydu.
Kitap daha ilk sayfalarında beni şaşırttı. Bunca zamandır Türk Edebiyatı’ndan uzak durma sebebim, eski dile karşı olan çekincem ve okumaya çalışacağım şeyi anlamayacak olacağımdan dolayı duyduğum endişeydi. Oysa ilk sayfalarını çevirdiğim bu roman hiç de bana o kadar uzak bir Türkçe ile yazılmamıştı ve ilk on sayfayı neredeyse bir solukta okuyuverdim. Konunun insana dokunma hissi yaratan gerçekçiliği ve dilin büyük ustalıkla kullanımı karşısında şaşırmış ve buna çok sevinmiştim. Aynı zamanda roman, his tercümanlığı konusunda bütünüyle evrensel ve zamanının çok ilerisindeydi ve başkarakterinin tüm yalnızlığı, aşkının ümitsizliği ve yaşadığı eziyetlere karşı verdiği mücadele ile kendimi çok yorgun ya da ümitsiz hissettiğim anlara çok benziyordu. Türk Edebiyatı’na karşı olan korkumu yenmiştim, kitabı bir iki gün içinde soluksuz okuyarak bitirdim.
9. Hariciye Koğuşu, genç ve hasta bir adamın yaşadığı sıkıntılı yaşam, buhranları, sevdiği kıza karşı olan hisleri ve tüm bunların dışında yaşadığı sınıfsal farklık ve yaşadığı doğu-batı çelişkisi üzerine kurulu bir roman. Roman, içinde büyük serüvenler içeren, heyecanlı bir roman değil belki ama genç bir adamın tüm yaşadıklarına rağmen hayatta kalma mücadelesi ve bunu yaparken aynı zamanda onurunu korumaya çalışması açısından pek çok heyecanlı sayılabilinecek anlatımdan çok daha gerçekçi ve yaralayıcı. Öykünün sonuna dair fikirler romanın daha başlarından itibaren okuyucunun aklında canlanmasına rağmen kitap kendini bıraktırmıyor ve sonuna dek aynı tempo ve yoğun duygu aktarımıyla sürüyor. Yaşamı mücadelelerle geçmiş bu genç adamın hayat öyküsünü okurken kendi basit sıkıntılarımızla ortalığı nasıl velveleye verdiğimizi fark ediyoruz ister istemez. Gelişmekte olan teknolojinin bir zamanlarının imkânsız olarak gördüğü işlerinin nasıl kısa süreli çözümlere kavuşturduğunu ve hayatımızı kolaylaştıracak ne denli imkâna sahip olduğumuzu. Ve nereden nereye geldiğimizi elbette, koltuklarında geçmiş günlere hüzün ve özlemle bakan babaanne ve dedelerimizin aslında hüzünle özledikleri o geçmişlerinde ne denli zorluklarla baş etmeye çalıştıklarını.
Panoramik bir zaman izlencesi görüyoruz aslında ister istemez, kim olduğumuzu, nereden geldiğimiz. Ve belki de kimler olmaya doğru gittiğimizi…
Dört Günde Roma
13 years ago
No comments:
Post a Comment