“Kazablanka” mı “Rüzgâr Gibi Geçti” mi?
Aslında bahsetmek istediğim film ikisi de değil. Dün akşam izleme tahammülü gösterdiğim New York Çeteleri filmi.. Pek çok dalda Oscar adayı olan film üç saat boyunca beni uyuttu desem yeridir. Ve hatta D. Lewis’in oyunculuğu olmasa filme bir Pazar günü TRT’de rastlama olasılığım da çok mümkün, kovboy filmleri kuşağında.. Sonrasında eve geldiğimde, Rüzgar Gibi Geçti’nin yayınlanacağını öğrendim. Bu film hep çok merak ettiğim ve bir türlü fırsat bulup da izleyemediğim filmler içinde olmuştur. Tamam, çok kalabalık bir liste değildir bu ama Scarlet O’Hara, hep merak ettiğim bir karakter olmuştu. Film benzer bir şekilde üç saate yakındı.. Ve ben bütün gece Casablanca’yı ne çok sevdiğimi, binlerce kez izlesem nasıl sıkılmayacağımı falan düşündüm..
Tamam, burada Rüzgar Gibi Geçti sevenlerinin bana çokça kızacaklarını biliyorum ama sonunda bir gerçeğin de farkına vardım; ben Titanic’i de çok sıkılarak seyretmiştim. (Ve belki diye düşünürüm hep, Leonardo di Caprio’nun rollerini Brad Pitt oynasaydı fikrim değişir miydi; hiç kuşkusuz değişirdi...
Oyunculuktan nasibini almamış ve sürekli kendini rol kesmek zorunda hisseden bu adama hiç kanım kaynamadı benim. Ve Scarlet O’Hara da benzer bir hayal kırıklığı yarattı bende. Kimse kalkıp da bana “O dönemin koşulları” demesin; mantık insan ortaya çıktığından beri var ve bunun çağ ya da zamanla hiçbir zaman ilgisi olmadı..)
Filmleri ardarda izlerken hep sevdiğim diğer filmleri düşündüm. Arizona Rüyası, Güvercinin Kanatları, Dalgaları Aşmak ve hatta Hair müzikalini. Ve Titanic severlerin bu filmlere hiçbir zaman hoşnutlukla yaklaşmadıklarını farkettim. Garip bir tez bu ama evet, Casablanca sevenler ve Rüzgar Gibi Geçti sevenler, iki ayrı film yapısını seviyorlar gibi. Oscar dağılımındaki garipliği de böyle değerlendirmeye karar verdim. Bazen bir grup fazla oluyor oylayanlar içinde bazen bir diğer grup. Mesela Esaretin Bedeli’nin Oscar almamış olmasını başka türlü düşünemiyorum..
Beğendiğim filmlerin ortak bir noktasını fark ettim sonra. Her detayı incelikle işlenmiş, yormadan sürükleyen filmlerdi bunlar. Ben bu filmleri, bir dilim pastayı azar azar, çatal ucuyla, keyifli bir sohbetin ve güzel bir çayın yanında yer gibi izledim. Neredeyse her kareleri aklımda kaldı. Aradan çok zaman geçse bile yazılarımda hep bu filmlere dair göndermeler yaptığımı fark ettim. Oysa New York çeteleri, bana zorla yedirilmeye çalışan bir bütün pasta gibi geldi. Ve üzgünüm ama Rüzgar Gibi Geçti de. İki filmin garip bir benzerliği vardı. Daha doğrusu New York Çeteleri sanki Rüzgar Gibi Geçti esas alınarak yapılmış bir film gibiydi ve elbette taklitler hep en kötüleridir. Filme katılmaya çalışılan suni aşk, gereksiz uzunluktaki sevişme sahneleri ve gerçekçilikten çok uzak yemin sahneleriyle akşam Rüzgar Gibi Geçti’yi izlerken, sinemada seyrettiğim bu filmi bir kez daha seyrediyor gibi oldum. Ve iki filmde de neredeyse tek kadın karakter vardı. Tamam, Melanie karakteri Rüzgar Gibi geçti için önemli bir karakter olabilir
ama ölür. Yani yine film tek bir kadın karakter ve iki erkek karakter üzerinden yürür.
Final olarak tek bir şey söylemek istiyorum, aslında saatlerce yazabileceğim bu konuda. Casablanca’yı çok ama çok sevmiş idiyseniz ve Rüzgar Gibi Geçti sizi de hayal kırıklığı yarattıysa; New York Çeteleri’nden fazla bir şey beklemeyin derim ben. Görsellik konusunda bile zayıf kalan bu filmi kurtarabilecek tek şey Daniel-Day Lewis’in alışık olduğumuz iyi oyunculuğu. Son Mohikan’daki gibi vatanını kurtarmıyor olsa da kötü karakter olmak kendisine yakışmış...
İyi sinema keyifleri diliyorum
Dört Günde Roma
13 years ago
No comments:
Post a Comment