Nefreti Sevebilmek
O bizi sevse ne olur sevmese ne… Dil işte, dünyanın bir yerlerinde bir takım adamların yarattığı şablonların içine yerleştirip bizi kendilerince değer tahtalarında bir yere yerleştiriyorlar. Genelleme bir 21.yy. hastalığı…
Tanışma şansımız olsaydı dahi bana şüpheyle bakardı. İsteyebileceği gibi göründüğüm için değil beklediği gibi görünmediğim için. Ya da ban karışı hazırladığı savunmasını yapmasına hiçbir zaman gerek kalmayacağı için. Ben bir konserde onun sesini dinleyerek aklımı şarkıya verebilmek isterdim sadece. Ve ben, onları sevebilir miyim hala, tüm söylediklerine rağmen? Ama değil işte, onun sesinde duyduğum kelimelerin tınısını seviyorum. Şarkıları, üzerinden yıllar geçse de hala bin bir çeşit duyguyla doldurabiliyor kalbimi. Ve biraz olsun da içim buruluyor doğrusu, buca sevdiğimin benden bunca nefret etmesine.
Oysa ben onların ilk şarkıları radyoda yayınlandığında “Kim bu yahu, böyle içten söyleyebilen” diye merakla dinlemiş, arkadaşlarımla konuşmuş, albüm çıkar çıkmaz edinip kulağıma taktığım kasetten “Ode to my family” dinleyip “Does anyone care” derken kendi yalnızlığıma gömülüyordum. Walkman’im saatlerce aynı kaseti döndürüyordu ama onu çıkarıp başka bir şey dinlemek geçmiyordu içimden. İçten içe bu genç kadının bir ağıdı bunca duru seslendirmesine özeniyordum. Belki bugün için çok da gerçekçi değil ama o zamanlar gerçekten de o şarkılarda kendimi andıran çok şey buluyordum.
Ve bir gün bir konserde kendi sesimi eklemek istiyordum kalabalığa ve bunun gerçekleşmeyeceğini bilerek kızıyor, üzülüyor ve kendi içimde hayal kırıklıkları büyütüyordum. Bugün ise dinlediğim cd’den gelen sese biraz daha yabancı, biraz daha uzaktan bakabiliyorum. Hala çok seviyorum o güzel kadının sesinden gelen “anne” sesini, o beni sevse ne olur, sevmese ne…
Dört Günde Roma
13 years ago
No comments:
Post a Comment