Yılkı Atları-Sütçü Beygirleri
Sürekli şikâyet ediyoruz. Anlamadıkları ve bilmedikleri için. “Sokaktaki adam” diye bir laf takılmış ağzımıza. Yabancılar gibi eleştiriyoruz. Biz memleketin güzide insanlarıyız çünkü. Ve otobüse binmek zorunda kaldığımız anda, onlardan biri olma endişesiyle içten içe kimseye değmemeye çalışıyoruz. Onlardan biri oluyoruz, bir sütçü beygiri. Oysa biz yılkı atlarıyız memleketin. Ve en ağır hastalıklısı en sevileninden. Yazıp çiziyoruz durmadan, ille göstermeye çalışarak kim olduğumuzu. Kendi belleklerimizden silmeye çalışıyoruz otobüsteki halimizi. Oysa bir kendimizden bir diğerini gördüğümüzde otobüste, mesela bir taksi içinde giderken; kontlar gibi daha bir geniş yayılıyoruz koltuğumuza. Bizden olmayan gelmesi derken aslında en çok da bize benzeyenlerden nefret ediyoruz.
Romanları biliyoruz, yazarları, şarkıları ve öykülerini de. Bildiklerimizle kendimizi sürekli sürmenajın eşiğine sürüklüyoruz. Oysa bilmemiz gereken hayatın basit kuralarından hiç haberimiz olmadan geçiyor hayat. Bir parkta “Çimlere basmayınız” yazısının büyük bir medeniyet olduğunu düşünüyoruz, çimlerin ortasında sere serpe yayılmış genç insanlara küçümsemeyle bakarken. Ne arka sokaklardaki köhne köftecilerden ne de bakkal Hayri Amca’nın anlatacağı, haftanın en önemli gol pozisyonundan haberimiz var. Sürekli bilgisayarlarımıza yeni yeni veriler yükleyip dolan yüzdeleri izliyoruz. Bizi kızdıran şey trafiğin sıkışması değil, bu “sütçü beygirleri”nin araba kullanabiliyor olmaları.
Tüm bunlardan uzaklaştıkça fanusumuza gömülüyoruz. Ödümüz kopuyor, kendimiz için, kardeşimiz ve karımız için. Her geç kalmadan bir endişe yaratıyor, kendimizi sakındığımız bu öcüler dünyasında kimsenin yalnız kalmaması için tanrıya dualar ediyoruz. Kilitler takıyoruz kapılarımıza, bahçelerimizi metre metre dikenli tellerle çevreliyoruz. Her günümüzü aynı program ve aynı güzergâhlar üzerinde tutarak koruyoruz kendimizi. Sığınıyoruz, saklanıyoruz, kabuklarımızdan çıkmak zorunda kaldığımızda sürekli öfkeleniyor burnumuzdan soluyoruz. Sürekli söyleniyor ve sürekli şikâyet ediyoruz. Hep gergin sinirli ve kendilerine karşı dikkatli olunması gereken insanlara dönüşüyoruz.
Sonra bir gün bir şey oluyor, hiç beklemediğimiz anda ayakkabımızın topuğu kırılıyor ya da yolda düşüveriyoruz. Otobüse binmek zorunda kalıyoruz ve cüzdanımızı evde unuttuğumuzu fark ediyoruz bir anda. Utanç içinde sağa sola bakınırken bir el görüyoruz, bizi yerden kaldırmaya uzanan yahut bir bilet uzatan. Şüphe ve korkuyla bize uzanan eli tutuyoruz. Bileti alıyoruz ve kutunun içine atıp terbiyemizden hiç ödün vermeden teşekkür ediyoruz kibarca. Karşımızda samimiyetle bize gülümseyen bir çift göz görmeyi pek de beklemiyoruz. Oysa bize uzanan alaycı parmakları bekliyorduk, ağız dolusu kahkaha ve alayları. Bu anı unutmak istiyoruz. Hiç yaşanmamış gibi davranmak, hatta sırf bu yüzden belki de bir daha sokağa bile çıkmamak. Ama neyse ki insan doğasının izinsiz yasaları var. Bir dahaki hamlemiz sokağa çıkmamak değil belki de çimlerin üzerine bir adım atmak oluyor.
Hoş gene de yeşil çimleri ezip soldurmak belki de iyi bir başlangıç olmayabilir…
Dört Günde Roma
13 years ago
No comments:
Post a Comment